31 Ekim 2007

ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ



Beyazperdenin Türkiye'deki en uzun soluklu ve en önemli zirvesi, Türk sinemasının buluşma noktası, 2007'de 44'üncü kez Türk sinemasını taçlandıran Antalya Altın Portakal Film Festivali ve 3'üncü yılında dört kıtadan 100'ün üzerinde filmin Türkiye galalarına evsahipliği yapan, muhteşem bir yıldızlar geçidiyle büyüleyici bir sinema şölenini sinemaseverlerle buluşturan 3'üncü Uluslararası Avrasya Film Festivali 28 Ekim 2007 gecesi Festival Vadisi'ndeki Cam Piramit'te düzenlenen görkemli bir ödül töreniyle sonlandı ve Altın Portakal ödülleri sahiplerini buldu.

44'üncü Antalya Altın Portakal Film Festivali Onur Ödülleri Shekhar KapurFrancis Ford CoppolaHanna Schygulla






44'üncü Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

En İyi Film

Yumurta

(Yön. Semih Kaplanoğlu)

Dr. Avni Tolunay Yurtiçi Kargo Jüri Özel Ödülü

Yaşamın Kıyısında(Yön. Fatih Akın)

Digiturk Behlül Dal En İyi Genç Yetenek Ödülü

Saadet Işıl Aksoy (Yumurta)


En İyi Yönetmen

Fatih Akın (Yaşamın Kıyısında)


En İyi Erkek Oyuncu

Murat Han (Mutluluk)



En İyi Kadın Oyuncu

Özgü Namal (Mutluluk)

Diğer Dağılım:

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Tuncel Kurtiz (Yaşamın Kıyısında)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Nursel Köse (Yaşamın Kıyısında)

En İyi Görüntü Yönetmeni ve Kodak Ödülü Sahibi

Özgür Eken (Yumurta)

En İyi Müzik

Zülfü Livaneli (Mutluluk)

En İyi Sanat Yönetmeni

Naz Erayda (Yumurta)

En İyi Kurgu

Andrew Bird (Yaşamın Kıyısında)

En İyi Ses Tasarımı

Orçun Kozluca ("Mutluluk")

En İyi Özel Efekt

Ödül Verilmedi

En İyi Kostüm Tasarımı

Naz Erayda (Yumurta)

En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı

Songül İbrahim, Fatma Kardeş (Mutluluk)

En İyi Laboratuvar

Şafak Stüdyo (Sis ve Gece)

44'üncü Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması En İyi Kısa Film

"Hoşgeldin Bebek"

Yönetmen: Serhat Koca

44'üncü Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması

Jüri, bu yıl ödül vermeme kararı almıştır.

30 Ekim 2007

MADEMKİ YOKLUĞUMDA DAHA MUTLUSUN - Cezmi Ersöz


Hayat soğuk, yağmurlu ve vurdumduymaz bir İstanbul gecesiydi... Ve gece yağan yağmur hep ürkütürdü beni. Yağmur değil yalnızlığımdı pencereleri damla damla yalayan, yıllarımı dolduran sensizlikti... Hep bir yanı yarımlık, hep senden uzaktalık, hayattaki tek 'kimse'mden yoksunluk, yani kimsesizlikti. Bir kavuşma mucizesine inanma yolunda harcanmış bir hayatın ansızın sonuna gelme, ve o mucizeyi yaşayamadan bir başına ölme korkusuydu yağmur… Yine yağmur yağıyor, yine gece... Yine İstanbul... Ve sen kollarımın arasından sıyrılıp kalkıyorsun yataktan. Nereye gidiyorsun sevgilim? Sadece sana sarılarak uyuduğumda nefes alabiliyordum. Beni kollarına aldığında, yüzümü masumiyetinin yurduna, o kimsesiz boynuna dayadığımda, kokunu kalbimle soluduğumda... Uykun benim cennetimdi. Çünkü cennet sadece ikimizin olabildiği yerdi benim için. Ne sana aşık kadınlar, ne sevdiklerin, ne geçmişin, ne yarının...Uykunda sadece ikimiz vardık. Aşkıma dar gelen sevgi sözcüklerine ihtiyacım yoktu orada. Sana sevgimi anlatmaya, ispat etmeye ihtiyacım yoktu artık. Aşkımızın kokusuydu sana beni anlatan, sana seni anlatan.... Beni gerçekliğin o soğuk, o köpüklü dalgalarıyla yutan ve alıp alıp senden ötelere savuran hayatın dışındaki tek kaçış tünelimdi uykun. Önce kolunu çekerdin başımın altından, sonra sırtını dönerdin. Usulca sarılırdım sana arkandan, seninle ya da sensiz geçen yılların hasretiyle... Ardından yavaş yavaş kollarımın arasından sıyrılırdın...Yıllardır taşımaktan yorulmadığım hasretin, tenimden tenime akan o ateş, ağır gelirdi bedenine... Uyuyamıyorum, nefes alamıyorum, lütfen sarılma, derdin... Yatağın bir ucuna sığınmış bedeninden kovulmak, hayatından kovulmak gibiydi benim için. Sığındığım, soluk aldığım tek cennetten kovulmak gibiydi. Beni uykunda terk etmen, gerçek hayatta terk edişinden bile ağır gelirdi. Yanıbaşındaki sensizlik, o rutubetli evimdeki, o baştan ayağa sen olan evimdeki unutulmuşluğumdan çok daha ağır gelirdi. Seni kaybetme korkusu öyle işlemişti ki hücrelerime...Yataktan doğrulduğun anda bu korkuyla açılırdı gözlerim. Bilinçaltım konuşurdu benim yerime... Su içmek ya da tuvalete gitmek için kalktığın asla aklıma gelmezdi. Gittiğini düşünürdüm yalnızca... O saatte kendi evini terk edip, nereye gidebileceğini sorgulamadan, sadece beni o sonsuz hiçlikte, o en masum rüyada, cennetimizde, uykumuzda bir başına bırakıp, kaybolacağından korkardım. Bana hep aynı soruyu sorduran bu yüzyıllık korkuydu işte: Nereye gidiyorsun sevgilim? Beni yeniden hayatın içinde, gerçeklerin ortasında bir başına mı bırakıyorsun? Beni yeniden unutuluş sürgünlerine mi gönderiyorsun? Nereye gidiyorsun sevgilim? Oysa seni uyutmayan içindeki o yangınlı hesaplaşmaydı. Gece iner, aşıklar, yüzler, bedenler, anılar kaybolurdu; sadece ikimiz kalırdık. Ve sen uykunda sevgimle hesaplaşmaya dalardın. Cennette cehennemi hatırlardın. Dönüp geriye bakıyorum da, sanki yıllar değil yüzyıllar geçmiş aramızdan... Aramızdan ayrılıklar, ihanetler, kayboluşlar, vazgeçişler, yeniden bulmalar, korkular, yalnızlıklar, savrulmalar geçmiş. Ve bu ilişki ne çok biçim değiştirmiş... Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni kelimelerce, şiirlerce yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline alıp da yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce, hayallerce sevdim uzağından. Hayatımı öyle olduğu gibi bıraktım. Şehrine geldim, ama kalbine giremeden sevdim. Neydik biz o yıllarda hiç düşündün mü? Neydik birbirimiz için sevgili? Geldim. Bana destek olacak, sırtımı vereceğim bir aşkın yoktu arkamda. Kendime yeni bir hayat kuracağım yalanını, kendim dahil, sen dahil herkese söyledim. Oysa tek istediğim seninle birlikte bir hayattı. Öyle cesaretsizdim ki karşında ve öyle açık sözlüydün ki bana karşı, ancak iddiasız bir sığınmacı olabildim hayatında. Hayatına iltica etmek isteyen bir yürek sürgünü... Bir aşk meczubu sadece... Dürüstlük kimi zaman yalanlardan çok daha acımasızmış, sevgili... Gerçeğin buzdan ülkesinde yapayalnız kalan yürek, hayatta kalabilmek için yalanları bile özleyebilirmiş kimi zaman... Bana aksini ispat etmek için elinden geleni yaptığın o yıllarda, buzlar ülkesinde biraz olsun ısınabilmek için, aslında beni sevdiğin yalanına inandırmıştım ben de kendimi... Aşkıma kapalı bir kapının önüne bırakılmış yaralı bir kuş gibiydim. İnanacak, bir ibadet gibi yaşayacak tek şeyimdi senin aşkın. Karşılıksız, güvensiz, sessizce yaşanan bir aşk... Nasıl da hoyrattın bana karşı... Kalbinde değil miydim gerçekten? Neydik biz söylesene? O yıllarda senin neyindim ben sevgili? Can yoldaşın mı? Yol arkadaşın mı? Dostun mu? Sevgilin mi? .. Sonra bir gün geldi ve unutuldum. Ve bu sorular birer birer bıçak gibi saplandı yüreğime ve yüreğimde yanıtlarını buldu. Unutuluş hepsinin acımasız cevabı oldu. Sonrası dipsiz bir karanlık... Sonrası çaresiz bir çıldırış... Hayata karışmamak için tek kalkanım, tek sığınağımdı aşkın. Tek silahımı yitirdim ve hayata teslim oldum. Aldı beni savurdu başka bedenlere, parçası olamadığım o kırık dökük öykülere... Kırgınlık kimlik değiştirdi ve vazgeçiş oldu benim için. Unutmanın en ağırı unutamadan unutmaktır. Seni sonsuza kadar kaybetmek kimlik değiştirdi ve unutmak oldu benim için. Seni unuttuğum yalanıyla hayatı kandırmaya çalışınca hayat hiç olmadığı kadar acımasız tokatlar indirdi yüzüme... Sonrası dipsiz karanlık... Sonrası hatırlamaya bile dayanamadığım düş yıkımları... Sonrası kesif, karanlık ve rutubetli bir kuyu... Koskoca bir boşluk... Sonrası 'yalnızlık' kelimesine sığmayacak kadar derin bir yalnızlık... Kaç zaman sonra bilmiyorum, bir gün geldi ve beni yeniden hatırladın. Yokluğumda kendine kurduğun hayat, beni yasak bir ilişki haline getirdi bu kez de... Ve bu ilişki bir kez daha kimlik değiştirdi. Seni, bir başkasıyla birleştirdiğin hayatına uzaktan bakarak, kalbimi kıskançlığın lanetli hırsına teslim ederek, kısıtlı zamanlarda, gizli saklı buluşmalarda, o doyumsuz kaçamaklarda sevmeyi de öğrendim... Hasretinin o tarifsiz kokusu burnumu sızlatırken yapayalnız uyumayı da öğrendim. Yağmurlu İstanbul gecelerinde o baştan ayağa sen olan evimde kaderimle kıyasıya yaşamayı da öğrendim, sevgili... O zamansız unutuluşun ardından yeniden hatırlanmanın sevinci, seni paylaşmaya boyun eğmenin ve hep gizliliğin gölgesinde kalacak olmanın acısına büründü. Uykunda soluğunun bir başka soluğa karıştığını bilerek geçirdiğim sayısız gecelerde, gururumu parça parça bölüp aşkıma kurban verdim. O tarifsiz ağrıyı uyuşturmak için ruhumdan, kimliğimden, kadınlık onurumdan vazgeçtim. Her şeye rağmen direnebilmek için kendimden vazgeçtim. Geriye dönüş kapılarını sonsuza kadar kapatmış oldum böylece. Ruhumdan kendimi kovup, tüm hücrelerime sadece aşkını yerleştirdim. İşte o andan itibaren, sensizlik artık bensizlik oldu sevgili... Nasıl da telaşlı, nasıl da soluk soluğa yaşardık o kaçamak anları... Aşkımızın en karanlık, en gerçek, ama en yoğun anlarıymış onlar... Sensiz geçen gecelerde yüreğimde biriken kıskançlığın, öfkenin, kırgınlığın ve hasretin hummalı karanlığı, sana kavuştuğum anlarda sevinçten çıldırmanın eşiğinde tarifsiz bir hazza dönüşürdü... Nasıl da ateşliydi sevişmelerimiz... Sana yeniden dokunmak, sanki bulutlara öpücükler kondurmak gibiydi... Huzurla huzursuzluk, hasret ve kavuşma, aşk ve öfke, merhamet ve acımasızlık, kırgınlık ve bağışlama her şey ama her şey sevgimizin taşkın sularında birbirine karışırdı. İki kalbin bir ömre sığdırabileceği tüm duyguları biz o kısacık anlarda soluk soluğa yaşardık... Sonra hayatını değiştirdin. Yeniden özgürlüğüne kavuştun. Ve bu ilişki bir kez daha biçim değiştirdi. Yıllardır bir savruluş halinde aramızdan akıp giden aşkımız, nihayet dingin, doygun ve emin bir sığınak bulmuştu kendine. O savruk yıllar bile koparamamıştı ya bizi birbirimizden, artık hiçbir şey bu aşkı yıkamazdı. İhanetlerin, unutuluşun, hayatın sınavından geçmişti aşkımız. Tam da birbirimizi hayattan çok uzakta, dokunulmaz bir boyutta sevdiğimize inanmaya başlamışken, dudaklarından dökülen o lanetli cümle korkularımı yeniden uyandırdı, geçmişi zamandan koparıp aramıza soktu yeniden: 'Varlığın artık bana acı vermiyor...' Ah sevgilim, ayrılık trenini çoktan kaçırmadık mı biz? Bulup bulup kaybetme oyunlarını çoktan tüketmedik mi? O dünyevi aşk oyunlarından, kıskandırmalardan, kaçamaklardan çoktan vazgeçmedik mi? Birbirimizi en ağır ihanetlerde sınamadık mı? Anlamadın mı artık, varlığım sana acı vermek için değil... Sadece seni sevmek için yaşadım ben! Senin için bir ilişkide girilebilecek bütün kimliklere bürünmedim mi? Önce aşkla değil kalbinin boşluğuyla tutunduğun bir can yoldaşıydım... Yüreğin bir başkasına kapılarını açtığında hayatından dışlanıp unuttuğun oldum sonra... Başka hayatlarda, başka ilişkilerde seni unutmaya çalışırken, belki de aslında sadece seni ararken kıskançlıktan deliye döndüğün oldum... Kalbime geri dönmek istediğinde gururumun gemilerini yakıp, metresin oldum... Vicdanın oldum senin... Merhametin oldum... Pişmanlığın oldum... Hazzın en sıradışı boyutlarını seninle paylaşan fahişen oldum... Arkadaşın oldum... Kardeşin oldum... Sevgilin oldum... Söylesene kaç kez biçim değiştirdi bu ilişki? Kaç kez kimlik değiştirdim seni sevebilmek için... Anlamadın mı artık, varlığım sana acı vermek için değil. Sadece seni sevebilmek için yaşadım ben... Hala seninle geçireceğim anların telaşıyla tüketir gibi yaşıyorum sensiz geçen günlerimi. Yıllar geçti, hala seni görecek olmanın kalp çarpıntılarıyla, yalnız senin için giyiniyorum en güzel giysilerimi. Sen güzel bulasın diye geçiyorum aynaların karşısına. Seninle geçen zaman bir daha tekrarı olmayan, doğaçlama bir melodi gibi benim için... Sanki birlikte yazılmış kaderimizin sayılı dakikalarından an çalıyorum. Öylece karşında oturup seni seyretmeyi, sana yemek hazırlamayı, seninle sohbet etmeyi, dostlarını ağırlamayı, seninle birlikte uyumayı, yani paylaştığımız ne varsa hepsini bir daha asla okuyamayacağım bir şiiri kelime kelime içime sindirir gibi, soluk soluğa hissederek yaşıyorum... Öyle birikmişsin ki içimde... Seni yaşamakla tüketmem, seni sıradanlaştırmam mümkün değil. İçime çektikçe çoğalıyorsun... Şimdi varlığım her geçen dakika daha da daralan gizli bir çember örüyor etrafına. Her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha kanıksıyorsun beni... O peşini bırakmayan yaralı geçmişin aramıza korku duvarları örüyor. Hayatını tüm kalbimle kucakladığımı hissettiğim anda ansızın yüzünde beliren o eski kaygıların alıp seni benden çok uzaklara, derinlere, yalnızlık kuyularına sürüklüyor. Yeni isimler, yeni aşk öyküleri, başka yüzler, başka bedenlerle kaçış planları yapıyorsun kendine... Gece ansızın seni uyandıran, kolunu başımın altından çeken, seni yatağın ucuna kadar götüren, uykunu bölüp ayağa kaldıran ve bana hep o aynı soruyu sorduran bu korkular değil mi...: 'Sevgilim nereye gidiyorsun?' Sevgilim nereye gidiyorsun? Orada ne var? Benliğini kıstırdığın duvarların arkasında soğuk, uçsuz bucaksız bir yalnızlıktan başka ne var? Neden kaçıyorsun? Neden bu aşkı sonsuzluğa, özgürlüğe, daha önce hiç yaşamadığın sınırsızlığa bir kapı olarak görmüyorsun? Ben senden gitme ihtimalini hiçbir zaman çalmaya yeltenmedim ki... Sevgim seni tüketmek değil, çoğaltmak içindi... Sevgim dünyanın yaşanılası bir yer olduğuna inanman, inanmamız içindi... Yüreğimizin çok derinlerinde yaşayan o iki masum çocuğun soluk alabilmesi için bir gökyüzüydü sevgim... Ben senin kanatlarını hiçbir zaman çalmadım ki... Öyle çok reddedildim ki, öyle çok unutuldum ki senin tarafından, sensiz kalmak yüreğimi ezen tek korku artık. Öyle ki hayatım yalnız bir korku halinde ayakta duruyor şimdi... Korkumu gerçeğe büründürdüğün anda yıkılıp gideceğim. Her şeyi tükettim. Hayata tutunmak adına ne varsa her şeyi yaktım seni sevebilmek için... Tüm sabrımı, kendime ve insanlara güvenimi, sevginin hayatın tek harcı olduğuna olan inancımı... Artık senden başkasına verecek enerjim, sevgim ve hayatla hesaplaşacak bir benliğim kalmadı. Geriye dönüp sığınacak bir kendim kalmadı... Şimdi bana varlığımın sana acı vermediğini söylüyorsun. Gitmemi istiyorsun, sonra yeniden gelmemi... Ve sonra yeniden gitmemi... Beni sensizliğin o dipsiz çukuruna önce sarkıtıp, sonra yeniden gün ışığına çıkarıyorsun. Sevgimi, yokluğumu hissettiğin yerde bulmak istiyorsun. Aşkımın benliğini ve hayatını ele geçirmesinden duyduğun o sebepsiz korkuyu yenmek için, bana seninleyken tekrarı olmayan bir şiiri hatırlatan zamanın, sana benimleyken gösterdiği monoton ve tüketici yüzünü yok etmek için oynadığın bir oyun bu belki de... Beni deliliğin sürgünlerine yollayıp, sonra yeniden kalbine çağırıyorsun. Korkuyu beklemenin telaşı korkunun kendisinden çok daha ürkütücü biliyor musun? İşte bu yüzden sensizliğin karanlık kuyusuna kendi ellerimle bırakıyorum kaderimi. Korkuyu beklemekten vazgeçiyorum, ama asla seni sevmekten değil, sevgili... Sana veda etmeden kayboluşa karışmam da aslında sadece bunun için... Madem varlığım acı vermiyor sana, madem ki ancak yokluğumda sevgimi hissedebiliyorsun, öyleyse yokluğumla kal sevgili... Madem ki yokluğumla daha mutlusun, o halde yokluk benim bu aşk için büründüğüm son kimlik olsun...

29 Ekim 2007

KUTLAMA


29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...
BAĞDATCADDESİNDE Kİ YÜRÜYÜŞTE BULUŞALIM ....

26 Ekim 2007

BUĞUDAN KALP

Köşesi yanmış anıların, saman rengi görüntüsünde en çok yağmur yağan pencere ardında hüzün dolar insana...Dışarda yağmur yağar, üstünüze ise hüzün....Tüm çağrılmayanlar gelir teker teker...Derken cama avucunuzun içini koyarsınız elinizin etrafı ısıdan buğu olur... Elinizi çekersiniz cama şöyle afillisinden bir hoh dersiniz buğulanan yer kadarına bir kalp çizersiniz içine isminizin baş harfini koyar diğer tarafa ise tam koyacakken parmak ucunuzun nekadar da soğuk olduğunu düşünür kaldırıp dudaklarınızın arasına alıp ısıtırsınız ve sonra O nun baş harfini çizersiniz buğudan kalbinizin içine ...Nerden biliyorum diy mi??? Çünkü camı biraz evvel sildim ve yeniden hohladım 62 den tavşan yapıyorum da ordan biliyorum :).....
Agnus Dei

FÜSUN ÖNAL



1946 İstanbul doğumlu. Ankara Maarif Koleji mezunu, Ankara Ü. DTCF 2. sınıftan terk. 9 sene Mithat Fehmen’den piyano dersleri aldı. Müziğe Erol Pekcan Orkestrası’nda caz söyleyerek başladı. 1967’de “Geli Geliver Bana/Rock The Bob” 45’liğiyle başlayarak 19 45’lik ve 9 albüm yaptı. 70’li yılların önde gelen Türk pop müziği şarkıcılarından biri oldu. >“Ah nerede”, “Oh olsun”, “Senden başka”, “Aç gözünü”, “Flört”, “Minik kuş”, “İnsanlar insancıklar”, “Bunlar da geçer” “Alo ben Füsun” gibi pek çok hiti var. 1971’de Gülriz Sururi-Engin Cezzar T.’da Hair müzikaliyle profesyonel oldu. Dormen T. Hadi Çaman-Yaditepe Oyuncuları, İstanbul Şehir T. Tiyatro Kare’de oynadı. 1973’de Hamsi Nuri (Sırrı Gültekin)’nin başrolünde ilk kez kamera karşısına geçti. Müzisyen Atilla Özdemiroğlu, film yönetmeni Tunç Başaran ve spor spikeri Tansu Polatkan’la evlenip boşandı. Müzisyen Cahit Oben’le nişanlandı. Yazar Aziz Nesin ve gazeteci Hıncal Uluç, Tarık Akan, Cömert Baykent’le birlikte oldu. Radyo ve TV’de sunuculuk yaptı. Hayvanseverler Derneği’nde faal olarak çalışıyor. Fotoğrafçılık yapıyor ve fotoğraf sergileri açıyor. “Herkese Özgürlük Anne Ama Bana Da”, “Aslında Hüzündü Hepsinin Yaşadığı”, “Gezikolik”, “Ruhsar Hanım”, “Bay G” , “Matrak Sultan”, “Valla Kız Değilim”, “Aşk Çiş Gibidir Gelince Tutamazsın”, “Başkaları Da Hayatı Deniyor”, “Bir Kadın ve Yedi Öfkeli Adam”, “Deja vu Sendromu ve Anılara Yolculuk”, “Hayat Bir Utunmaz Kitap”, “Hayatı Denedim”, “Sevişmenin Rengi”, “Sinirli Vatandaş Cenk Cengaver’in Sosyal Bunalımları”, “Var Mısın Benimle Uçmaya” adlı 17 tane roman, anı ve deneme kitapları yazdı. ÖNEMLİ FİLM ve DİZİLERİ: 1973- Hamsi Nuri (Sırrı Gültekin) 1974- Aç Gözünü Memet (Süreyya Duru), Evet Mi Hayır Mı (Sırrı Gültekin) 1975- Tamam Mı Devam Mı (Sırrı Gültekin) 1976- Lüküs Hayat (Haldun Dormen/TV) 1988- Apartman (TV)

25 Ekim 2007

MIZIKMIYORUM

MIZIKMIYORUM
Yok öle hayata mızıkmak diyorum kendime
Kendini kapıp koyuvereceğin aşkları düşün
Sonrasındaki acılarını
Mükemmel bir 8mm film içinde
8,5 tuğla ses geçirgenliğinde
Şimdi camları kırma zamanı...
Elimde sapan,
Cebimde dizili cephane taşlarımla
Yaramazlık dozu şırıngalıycam bünyeye
Eh! beklesin artık aşk acısı napalım...
Ben aldım izni mutluluk
Artık mızıkmıyorum
Mutluluk pabucu yarımmm
Çık dışarıya oynıyalımmm
.....
Agnus Dei

BEKLEMEK

BEKLEMEK
Neyi beklediğimi bilerek bekledim ben hep
Hiç öylesine bakmadım ne evin penceresinden
Nede okulun penceresinden
Hiç olmıyacak birşeyi beklemedim mesela,
Kırmızı pabuçlarımı Karabaş aldı
Yemek yemezsen getirmez dediler
Yemeğimi yemediğimden beklemedim...
Mesela,
En sevdiğim balonum elimden kaçtı
Gökyüzüne baktım baktım
Sonunda metoroliji uçağı oldu dediler
Birdaha da beklemedim
Senin gelmiyeceğini biliyorum baba
Sana benzerde olsa belki biri gelir diye
Genede bekliyorum
Bekliyorum
.......
Agnus Dei

GEL BABASI

GEL BABASI
Bekliyorum gittiğinden beri
Ama sen gelmiyorsun baba....
Gel baba
Gel artık
Yağmurlar yağmasın
Yıldızlar yağsın
Baban yıldızlarda dediler
Sesini özledim baba
Rüyalara gelme
Yanıma gel baba
Hep aklımda aynı tekerleme
GEL BABASI GELLLL
GELLLLLLL
GELLLLLLLLLLLLLLLL
Agnus Dei

DİBİNE DÜŞTÜ

DİBİNE DÜŞTÜ
Her sevgi yolunu bulabildi mi ?
Sadece benimki mi öksüz bir ağacın dibinde
Elma misali
Biraz yalnız, biraz kırmızı, biraz ezilesi
Çok geçmeden rüzgar esicek
Kütlem ağır savrulamıycam
Ne yolumu buldum nede buraları sevdim
Çürümeden belki kanatlanırım diye bekliycem
Bu ıssızda bir elma daha dibime düştü
Merhaba biz sepeti bulamayanlarız
Kanatlanırsak uçucaz
......
Agnus Dei

Prof. Dr. AHMET TANER KIŞLALI YAZISI


SÜRÜ MÜYÜZ, ULUS MU?
Atatürk, niçin "en büyük eseri" saydığı cumhuriyeti gençliğe emanet etti. Niçin geleceğin siyasal iktidarlarının "kişisel çıkarları" nedeniyle düşmanla işbirliği yapabileceği olasılığını bile düşündü de, gençlikten bir an bile kuşkulanmadı?Atatürk'ün "Gençliğe Sesleniş"i ile ünlü Bursa konuşmasını yan yana koyduğunuzda ortaya çıkan görünüm çok anlamlıdır.

* * * Gençlik yaşla ölçülmez, tutumla ölçülür.Bernard Shaw, bir zamanlar, "Yirmisinde komünist olmayanın kalbi, kırkında hâlâ komünist olanın ise aklı yoktur" demişti.Genç insan yeniliklere açıktır. Köklü değişikliklerden korkmaz. Daha iyi bir yarın için savaşmaktan çekinmez.Enerji, değişikliklere uyum yeteneği ve kolaylığı demektir. Yıllar geçtikçe enerjisi azalan kişi, uyum göstermek için yeni çabalar gerektirecek köklü değişikliklerden korkmaya başlar. Üstelik yeni durumlara uyum sağlamak için zamanının da giderek azaldığını hissetmektedir. Yıllar boyu süren çabaların ürünlerini yitirme korkusu, yaşlıları tutucu olma yönünde etkiler. Gençlerin ise yitirecek bir şeyleri yoktur. Çağdaş toplumda gençlik, genellikle yetki ve sorumlulukların dışına atılmış bir kesim oluşturur. Bir çıkar bağı içinde, düzenle bütünleşmemiştir. Sırtında kendisinin dışında kimsenin sorumluluğu yoktur.Gençlik yıllarında benimsenen bazı siyasal görüşler zamanla ılımlaşır. Bir ölçüde de gerçekleşme olanağına kavuşur. Yaşama geçtikçe değişmemesini istemek doğaldır. Ama o süreç, insanları aynı zamanda tutuculaştırır. Mutlak krallığa karşı anayasal krallığı savunanlar ilericiydi. Ama anayasal krallık gerçekleşip de karşılarına cumhuriyetçiler çıkınca, tutuculaştılar. Her toplumsal hareket giderek kurumsallaşmaya ve dolayısıyla uysallaşmaya, tutuculaşmaya yüz tutar. Oysa gençlik sürekli yenilendiği için kurumsallaşamaz, kalıplaşamaz.
* * *Ve tüm bu niteliklerinden dolayı, gençlik "idealist"tir!İnandığı ülkelerin peşinden koşmasına engel olacak çıkar bağları yoktur. Üstelik de gelişmiş ülke gençlerinde "ulusal" değerler öne çıkar.Kemalizm neyi öngörüyordu?Toplumu çağa taşımayı kolaylaştıracak en ileri kurumları getirmek ve eskidikçe onları da yenilemek!Bu bir "sürekli devrim" anlayışıydı. Atatürk, en ileri kurumların bile günün birinde "eskimiş düzen"e dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunun bilincindeydi. Sürekli devrim, sürekli ileriden yana olmak demekti. Bu nedenle de "sürekli devrimci"de iki temel nitelik gerekiyordu: Çıkarlarının düzenle bütünleşmemiş olması ve yeniliklere uyum gücü.Ve bu iki nitelik, sadece ve sadece gençlikte vardır. Bundan dolayı da "Büyük Devrimci", en çok gençliğe güvenmiştir.
* * * 1920 başlarında İstanbul'un işgal edildiği gün, ikisi hoca olan üç milletvekili Vahidettin'le görüşmeye gitmişti. Padişah, düşman güçlerinin isteklerine boyun eğilmesi gerektiğini söylüyordu. Oysa karşısındakiler farklı görüşteydiler.Rauf Bey şöyle diyordu:- Millet, haysiyet ve istiklale aykırı bir kaydı kabul etmemeye kesin kararlıdır. Milletin sizden istirhamı, haysiyet ve istiklale aykırı bir anlaşmaya imza koymamanızdır. Aksi takdirde istikbali çok karanlık görüyoruz.Vahdettin sesini yükseltti:- Rauf Bey, milelt bir koyun sürüsüdür! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o çoban benim!..."Millet" koyun sürüsü olmadığını Kurtuluş Savaşı'nda kanıtlamıştır. Ama şimdi, yeni Vahdettinler türemiştir... Tarihi, yalanlarla tersyüz etmek isteyen ve gençlerin çobanlığına soyunan yeni Vahdettinler...Sürü olmadığını kanıtlama sırası şimdi "gençlik"tedir!Ve kanıtlayacaktır!
Prof Dr. Ahmet Taner Kışlalı

DAMARLARIMDAKİ ASİL KAN


Merhaba ,kampanya dahilinde her ne yapılacaksa seve seve katılmaya hazırım...
Ben bu ülkeye 42 yıl bifiil Silahlı Kuvvetlerde görev yapmış bir insanın kızıyım...Bana öğretilen ilk şey insanları dilleri, dinleri ve ırkları için sakın ayırt etme.Ta ki özgürlüğün ve toprağın için bir tehdit unsuru olmadıkça...Ve senin kalbin bu topraktan yapıldı (Topraktan gelme) sakın olaki yurdunu terketme..Eğer bir gün kişisel çıkarların için dahi olsa bu yurdu terkedersen öldüğünde seni hiç bir toprak almaz....
Üzerine oynanmış tüm oyunları çözmüş bir ülkenin insanıyım biliyorum ki asla ülkem sınırlarında yaşarken ikinci sınıf insan muamelesi görmemiş bu insanlar kafalarını kendi çıkarları için karıştıranların oyununa daha fazla gelmemeliler...
Tarihte hiç bir kara parçasını ÜLKEM diye sahiplenememiş bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti içinde nefes aldıkları sürece varolacaklarını geri kalan düşüncelerin deli saçması olduğunu anlamaları için zaman çok geçtir....
Hiç bir azınlık Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşadıkları kadar özgür değillerdi....Bazı haklarını elde etmek adına kimse onlardan ruhlarını satmalarını istemedi....Dansöz beyinlerin kuklası olmayın...
Cahilliğin sınırsızlığında kendi benliğini yitirmiş ve yıkanmış beyinleri bu topluma kazandırmak adına gene kucak açıcak olan Türkiye Cumhuriyetidir...İster kürt ister Ermeni isterse yahudi olsun önemli olan özünü ve tarihini bilmektir...Tarihi olmayan bir milletin sapıtmasını naklen izlediğimiz bu zamanlarda tek düşünce Bilmin, İlkelerimizin ve Aklın birliğinden çıkmadan birlikte hareket etmektir....
Türk Kürt Kardeştir, bunu bozan kalleştir... Gündüz bu sloganı atar gece oldumuda mehmetçiğe karşı kalaşnikofla mermi atarlar....Benim Mehmedim ölüyor senin canın yanmıyor mu? .....NE KARDEŞLİĞİ BU OZAMAN
Benim sözüm bitmez tüm kudretimin gücü DAMARLARIMDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR
Saygılarımla
Teröre Karşı Kalem Kampanyası adına yazılmış ilk yazımdır....


ATATÜRK DİYORKİ ;


Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.


23 Ekim 2007

KEŞKE


KEŞKE
Doyasıya savrulsun şu benim güzel düşüncelerim
Ve ben keşkelerimle gülüp oynayayım
Uçurtma olsun hayallerim
Hani çok uzak olması gerekenler onlar ya
Ve hiç takılmasın elektrik tellerine
Keşke diye başlayan tüm cümlelerim
Savrulsunda bulamıyayım
Tramvay deposundaki eli düdüklü amca gibi
soğuk uzak ve yabancı olsunlar bana
Aşklarım acılarından arındırılsın da
Elimde çocukluğum kalsa keşke
Gene ben keşke mi dedim ???
Gülüp oynayacak ne çok şey ürettim
Tüm düşüncelerim satılıktır
Boğuyor bunlar beni
Hepsinin hükmünü devrettim
Agnus Dei

GİTMEEEEEE

GİTMEEEE

HATALARIMIN SEBEBİ KALBİMDİ
ONDAN GİT BENDEN GİTMEEE
SANA GELMEYEN BACAKLARIMDI
ONLARI EZ BENİ EZME
SENİ SEVEMEYEN ELLERİMDİ
ONLARI KIR BENİ KIRMA
NOLURSUN BENDEN GİTME
YADA GİT
OKADAR ISLANDIKI DÜŞÜNCELERİM
SABAH NERDE OLDU
NERDEYİM HİÇ BİLEMEDİM
BİR POĞAÇA
BİR ÇAY
DEDİM BENDEN GİTMİŞ
ALIN HAYALLERİMİ
BİRBARDAK SU LÜTFEN
ÜSTÜNE İÇMEZSEM ÖLÜCEM......

19 Ekim 2007

GÜLMECE





































DÜNYANIN BAĞRINDAN KOPARILAN ÇİÇEKLER ...ÇOCUKLAR

Bilinmeyen gerçeklerin de ötesinde: ''Gerçeklerin en az bilindiği ülke''... Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü, bu çocukların yaşadığı memleketi böyle tanımlıyor. Yani Uganda'daki insanlık krizinin boyutları bilinenin çok üstünde. Uganda'da 19 yıldır hüküm süren bir iç savaş var. Bilindiği kadarıyla bu savaş yüzünden 1 buçuk milyon insan yerinden oldu. Yine bilindiği kadarıyla binlerce çocuk, gerilla olarak devşirilmek üzere kaçırılma tehlikesiyle karşı karşıya. Gulu kentindeki hastanenin pediatri servisinde sağlık işlemlerini seyreden bu çocukların bakışları, 'o' anlık da olsa, Uganda'daki insanlık krizinin bilinemeyen boyutlarını da taşıyor.




Sayıların önemi var mı?: Ukrayna’nın Başkenti Kiev’deki Çocuk Hastanesi’nde kanser tedavisi gören Vika Chervinska annesiyle sıra bekliyor. Uluslararası Yeşilbarış Örgütü, Çernobil Nükleer Felaketi nedeniyle 90 bin kişinin kanserden öldüğünü iddia ediyor. Birleşmiş Milletler’se bu sayının 4 bin olduğunu öne sürüyor. Fotoğraf, ajans tarafından abonelerine geçirilirken bu bilgiye yer verilmiş. Çernobil felaketi 8 yaşındaki Vika’ya sinmiş işte. ‘O’ ana bakınca “Sayının bir önemi var mı?” sorusu akla geliyor. (Associated Press / Oded Balilty




Yaralanmaya devam: Çocuğun adı Nesrin... Filistinli... El Halil’deki Fawar Mülteci Kampı’nda İsrail Ordusu’nun yaptığı bir operasyon sırasında evinin damındaymış. İsrail askerlerinin açtığı ateş sırasında plastik mermilerden biri yüzüne isabet etmiş. O sırada İsrail Ordusu sıhhiyesi çocuğa ilk müdaheleyi yapıyor. Mermi bir kere gidip vurmuş. Ama ‘o’ an, Nesrin’in hala yaralanmaya devam ettiğini göstermiş. (Associated Press / Nasser Shiyoukhi)



17 Ekim 2007

GREENPEACE



KYOTO PROTOKOLÜ

16 Şubat 2005’te, on yıllık yorucu ve zaman zaman da üzücü görüşmelerin ardından Kyoto Protokolü kanun hükmü kazandı. Otuz beş sanayileşmiş ülke Avrupa Birliği ile birlikte sera gazı salımlarını sınırlandırma ve azaltma konusunda hukuken bağlı durumda.

Kyoto Protokolü, sera gazı salımının azaltılması yönünde bağlayıcı hedefler koyan tek uluslararası anlaşmadır. Öyle ki, günümüzde hükümetlerin iklim değişikliği alanında kullanabileceği tek araçtır. Protokol temelde, gelişmiş ülkelerin 2008-2012 yılları arasında, 1990 yılındaki toplam salım değerlerinin %5 altında salım yapmasını hedeflemektedir. Bu toplam hedefe ulaşmak içinse, her ülkenin bireysel bir hedefi vardır: Avrupa Birliği %8, Japonya %6 vb… Bu bireysel hedefler, geçmişteki sera gazı salımları göz önünde tutularak hesaplanmıştır.

Kyoto Protokolü Nedir?

Devletler için hukuksal bağlayıcılığı olan bu hedefler dışında, Kyoto Protokolü bazı ticaret mekanizmaları da oluşturur. Yürürlüğe girdikten sonra, sera gazları salımı için ‘küresel’ karbon piyasası oluşturulmasına yönelik resmi hazırlıklar 2008 yılı için başlamıştır, bu yıldan itibaren adına ‘esnek mekanizmalar' denilen Temiz Gelişim Mekanizması (CDM) ve Ortak Uygulama (JI) işlemeye başlayacaktır.
Kyoto Protokolü, pek çok önemli detayının sonraya ertelenmesine rağmen, aslen 1997 yılında imzalanmıştır. Yürürlüğe girebilmesi ise, dünyadaki toplam salımın %55’ini oluşturan ülkelerin ve en az 55 sanayileşmiş (Annex B) ülkenin onaylaması ile mümkündü. Şimdiye dek 129 ülke bu protokolü onaylamış veya protokole katılmıştır. Kyoto, 2002’de ülke sayısı sınırının ve 2004’te de Rusya Federasyonu’nun onayının ardından salım yüzdesi sınırının geçilmesi ile yürürlük kazandı.

Protokole katılmayanlar arasında en dikkat çekici olanı ABD’dir. ABD, dünyadaki ülkeler arasında en çok sera gazı kirliliğine yol açan ülke olmasına rağmen hiçbir onaylama işareti göstermemiştir – en azından G.W.Bush hükümetleri boyunca. Avustralya, Lihtenştayn, Hırvatistan ve Monako da henüz imzalamamış ülkeler arasındadır.

Temiz Gelişim Mekanizması (CDM) - Madde 12

Temiz Gelişim Mekanizması, anlaşmanın Ek1’inde (Annex I) yer alan ülkelerin, aynı listede yer almayan (non-Annex I) ülkelerde yürüttüğü projeler sonucunda salım azaltım kredisi almasıdır. Örneğin, Kanada’nın desteğiyle Çin’de yürütülen bir enerji verimliliği projesi veya Japonya’nın Fas’ta desteklediği bir yenilenebilir enerji projesi bu mekanizma dahilindedir. Projelerin, uygulanmadan önce, CDM yürütme kurulu tarafından onaylanması gerekir ve gelişmiş ülkelerin normalden daha az salım yapmalarının yanında, gelişmekte olan ülkelerin sürdürülebilir kalkınmasına da katkı yapmaları beklenir.

Ortak Uygulama (JI) - Madde 3

Ortak Uygulama sanayileşmiş ülkelerin salım hedeflerine ulaşmak için işbirliği yapmalarına izin verir. Almanya tarafından desteklenen projelerin Rusya’da uygulanması veya Norveç’in Macaristan’daki bir yenilenebilir enerji projesine katkı sağlaması gibi… Bu gibi projeler de salım azaltım kredisi sağlar ve belirli koşullar altında bu krediler, maddi destek sağlayan ülkenin hanesine de yazılabilir. Teorik olarak bu mekanizma, gelişmiş ülkelerin toplamdaki sera gazı salım hedeflerine ulaşmak için ekonomik açıdan daha etkili yollar geliştirmesini sağlar.

Birikim alanlarını ve diğer karbon stoklarını görmek için tıklayınız: http://www.greenpeace.org/international/campaigns/climate-change/governments/kyoto/kyoto_pitfalls


Kyoto Protokolü iklimi “kurtarabilir” mi?

Kyoto Protokolü, amaçlandığı şekilde, önemli bir ilk adımdır. Protokolün tek başına yeterli olmayacağı başından beri söylenegelmiştir. Tehlikeli boyutlardaki iklim değişikliğinin önlenebilmesi için gelişmiş ülkelerin sera gazı salımının 2020’ye kadar %30, yüzyıl ortasına kadar ise %70-80 azaltılması gerektiği bilinmektedir. Bu hedeflerin altında kalan tüm senaryolar, çocuklarımıza ve torunlarımıza kötü ve istikrarsız bir dünya bırakmak anlamına gelecektir.

Gelecek on veya yirmi yılda hükümetlerin, sanayinin ve sivil toplumun alacağı kararlar çok belirleyici olacaktır. Siz de bu kararda söz sahibisiniz, ve sizin yardımınıza ihtiyaç var. Harekete Geç sayfamızda neler yapabileceğinize bakabilirsiniz

BEYAZ GÜLERDİ BENİM BABAM

Beyaz gülerdi benim babam, hayata dair yaşanmışlıklar abidesiydi."Pekii ama neden " sorularımın dibini ben görür O ise ona bile cevap verirdi...Kültürü, beyefendiliği sıfatına yakışır babacığıma tüm hayatı boyunca sadece iki kere böyle hitap edebildim...Onca sene sadece iki kere "babacığım" diyebildim....Haza İstanbul beyefendisi idi babam ailesinin diğer fertleri gibi hoşgörüsü bol,disiplini temeli,mantığı herzaman önde, duygusallığı şiirlerinde mısra aralarına serpiştirilmişti....
Beyaz gülerdi benim babam, kasketi hafif öne eğikti, Siyah paltosunun içinde bembeyaz dururdu...Beşiktaşlıydı ezelden, kalpten ....100 cü senesinde nerde olabileceğini düşünürken ölüm geçmişmiydi aklından bilemiyorum...
Beyaz günlerimiz oldu bizim beyaz gülen babamla...Karda yürümeyi öğretirken ki hallerimiz geliyor aklıma.... "Sağlam bastığını ben senin ayak izlerinden anlarım" derdi....
Beyaz ilkelerimiz vardı bizim....
Yalan söyleme beyaz yalan olsa bile....
Sağlam bas yere ki izin kalsın senden sonrakilere....
Sakın yuva yıkma, yuva yıkanın yuvası olmaz....
Para, ün dünyevi herşey anlık tatmindir bunları haketmeden alma....
Gece başını yastığına koyduğunda huzurla uyuyorsan o gün kimseyi incitmemişsindir....
Vicdanını körletirsen acizliğine ilk adımı atmışsındır demektir...
Hayatımız boyunca bitiremiyeceğimiz, sonu gelmiyecek tekşey ÖĞRENMEKTİR


Yere sağlam basıyorum diliyorum beni izliyorsundur değerli babacığım...

BABA SENİ ÇOK ÖZLÜYORUM

Martılarla selamımı alıyormusun baba
Her dalıp gidişimde yanındayım aslında
Küçüklüğümde tahminen ya beş ya altı yaşımda
Tahtıravallide biz ve sen karşımızda
Her anılara daldığımda ordayız baba
Gene boğazımı yakıyor deniz kokusu
Anlat istiyorum denizdeki tuzu iyotu
Atkımı sar baba bahanem deniz kokusu
Düşmüyorum pek artık
Zaten düşsemde kalkıyorum
Hem öğrendim artık gizli gizli ağlıyorum
Bazen aşık oluyorum, bazen sinir oluyorum
Sevincimide neşemide yarım yaşıyorum..
Evet bazen sanada anlatıyorum
Dedimya martılarla selam yolluyorum
Öksüzmüyüm yoksa yetimmiyim
Hala bilemiyorum
Tek bildiğim atkımı sar baba
Seni çok özlüyorum......

Agnus Dei

16 Ekim 2007

ARA GÜLER




Ara Gülerin beğendiğim bazı fotoğraflarını sizlerle paylaşmak istedim...





Sabahın ilk ışıklarında Kumkapı balıkçıları limana dönüyor, 1950





Eski Galata Köprüsünden, 1959








Akşamüstü Kandilli'den kalkan Boğaziçi vapuru, 1965








Yıkım sonrası Eminönü meydanı, 1959









Evden çıkan kadınlar, 1963














Galata Rıhtımında ayrılık, 1955



Sirkeci'de bir kış gününde atlı araba ve tramvay, 1959








Tarlabaşı'nda bir sokak, İstanbul, 1965




Bakır madeni işcisi, Ergani-Maden, 1983











Karabük'te evine dönen maden işcisi, 1968

14 Ekim 2007

BİR ASKER ÖLÜR


Alınterini doldurmuştur matarasına.Tomurcuktur, yirmi yaşında bir çocukdur daha. Tanrıya emanet ettiğimiz canlarımızdan biri Tanrıyı inkar eden teröristlerin kahpe tuzağına düşer.Son fotoğrafına sızmıştır kahraman gülüşü.Muhteşem dönüşünü düşler,asker ocağında.Bir asker ölür.Onurlu bir nöbetin son yolculuğunda..Dağlarına bahar gelirdi memleketimin,şimdi kahpesi gelir haini gelir.Şimdi ölüm gelir hoş gelsin sefa gelsin.Yeterince cesur,yettiğinden fazla vatanına sevdalı yirmiikisini görmemiş daha,hayat ve ölüm arasındaki düelloda kalleşlik yapar ölüm.Yaşamın askerinin yollarına mayın döşer.Bir kolum daha fazla der asker,bir bacağım fazla.Helal eder vatanına.Bir asker ölür veda eder hikayesine...Benim doğduğum yerlerde,kimse kimseyi bu kadar öldürmez diye düşünür,son nefesini vermeden önce.Anasının suladığı sardunyalar gelir aklına.Gülkurusu perdeler çocuk sesleri.Elindeki plastik tüfeği hatırlar.O sırada dağlardan ölüm getirir rüzgar...Mayın tarlasında künyesini açar, genç bir delikanlı.Bir asker ölür ajanslar yetiştirir haberi,insanın tam şurasına bir ok saplanır.Vatanını savunmanın en yüksek mertebesinde önüm,arkam,sağım,solum sayar bir delikanlı.İhanetin ortasındadır artık,biri bombayı koyar.bir asker ölür.Yıldızlar susar,çirkin adamların karnı doyar.Bir asker ölür.İnsanlıktan çıkmış çirkin adamların sustuğu yerde.Bir millet ağlar, analarımız ağlar.
Alıntıdır
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Portakalmavisi bir; hüzünleri dibine kadar yaşamadan terketmeyen, sonrasında da ardına dönüp bakmayan hüzünbaz zamanlar cambazı....

pin

yukarı